-->

Başkalarının Felaketi

      Çünkü zulüm... Lağımlardan, kalorifer dairelerinden başlayan veba gibi, ilkin gözden ırak yerlerde, sinsi sinsi doğuyor.


 Camus’nün Veba romanında günün birinde fareler lagımlardan, kalorifer dairelerinden çıkıp sokaklarda patır patır ölmeye baslar. Baslangıçta kapıcılardan baska kimsenin ciddiye almadıgı bu garip hadise, zamanla vahim boyutlara ulasır. Sehirde korkunç seyler vuku bulmaktadır. Hızla yayılan mikrop neticesinde ölüm insanlara da sirayet eder. Semptomlar açıkça vebaya isaret etmektedir. Ama yok canım, bu çagda veba mı olur, denir evvela. Böyle seyler bizim basımıza gelmez, denir. Daha ortada fol yok yumurta yokken simdi hastalık lafları çıkarıp da vatandası tedirgin etmeye ne lüzum var, denir. Istikrar sonuçta, malum, her seyden önemlidir. Uzun süre elbirligiyle reddederler baslarına gelenin veba oldugunu.
        Adını koymazlarsa sonuçlarını da görmezmis gibi. Adı konulmazsa kendi de olmazmıs gibi. Oysa felaketler isimsiz de ilerlemeyi pekâlâ bilir. Derken baslangıçta tek tük gelen ölüm haberleri kısa sürede artar, durum korkunç bir hal alır. Geri dönüssüz noktalara varılır, artık katı önlemlere basvurmak sarttır. Sehir karantinaya alınır, giris çıkıslar yasaklanır. Bundan sonra hiçbir sey eskisi gibi olmayacak; ne yasanacaksa içeride, hem herkesten uzak, hem de herkesin gözleri önünde yasanacaktır. Neyse, bütün romanı anlatacak degilim. Olacak olur, ölecek ölür. Modern zamanların konforuna sıgınmıs modern bir sehrin, yasanabilecek herhangi bir felaket karsısındaki çaresizligini, acizligini ve hangi mekan ve zamanda olursa olsun insanın insana, insanın kendine yapabileceklerini dehsetle görürüz. Daha dogrusu hatırlarız. En nihayet, kahramanlarımız kendi aralarında konusurken, ne çok ölüm gördük, derlerler. Ve daha da fecisinin, yani ölüm görmekten bile korkunç olanın, buna alısmaları oldugunu fark ederler. Asıl felaket budur, baskalarının ölümüne alısmak, onu sıradanlastırmak. Hissizlesmektir bu dünyadaki asıl ceza, dalga dalga yayılan hakiki veba...
          Uzun lafın kısası... Hayat romanlardaki gibidir ve hatta biraz daha fazlası. Felaketler ille de hemen öldürmez insanı. Ve biz öyle olduguna, olacagına inanmak istesek de ısrarla, habis seyler sadece baskalarının basına gelmez. Bilakis, bazen elden ele, bazen sessizlikten sessizlige yayılır. Alısmaktır kötülügün yesil ısıgı. Iste bu yüzden... Biz alısmayalım. Baskalarının felaketini kanıksamayalım. Bizzat basımıza gelmediginde, paçayı sıyırdık sayıp ferah fahur arkamıza yaslanmayalım. Felaketler bulasıcıdır, hiç degilse bunu hatırlayalım. Fakat nasılsa kaçıs yok deyip, çaresizlige, korkuyla uyusmaya, her sabah feci haberlerle uyanıp, her gece gögsümüzde sancıyla uyumaya da fit olmayalım.
         Sessizligin susanların yükselttigi derin bir uçurum oldugunu hatırlayalım. Ne zaman kıyısına gelsek, gücümüzü toplayıp, hiç degilse, “buradayım” diye bagıralım. “Buradayım!” Çünkü bazen hayat kurtarır verdigimiz bir nefes. Birinin tükenmeye yüz tutmus cılız nefesine ekleniverir çıkardıgımız ses. Sesimizi, nefesimizi birbirimizden sakınmayalım. Hani sort giyen kadına saldıran su tekmeci zorba salıverildikten sonra, kamuoyu sesini yükseltince, hakkında yeniden yakalama kararı çıkmıstı ya. Sadece bu bile gösteriyor; yükselen her sesin, bosluk sandıgımız bu yerde bir karsılıgı var. Ve yine sadece Gizliyor kendini, bütün karanlıklar gibi gizli saklı ürüyor. Sonra yavas yavas ortaya serilince marifetleri, bu defa bahanelerin ardına gizleniyor. Onu gizleyenler hep bahaneciler, bana neciler... Marifetleri bir bir dökülmeye baslayınca zulmün ortaya, evvela “üç bes münferit hadise” deniyor. Biraz daha yayılınca, is bu defa “bilmiyordum, görmemistim” masalına dönüyor. Sonra sessizlikte büsbütün palazlanıp artık kendini gizlemeye bile gerek duymadan cüretkârca sokaklara döküldügünde zulüm, bu bahane de sökmüyor artık, yenileri gerekiyor. O vakit en sık basvurulanlar, “ama o masum degil, o zaten hak etmisti” lafları oluyor. Oysa en az susmak kadar tehlikeli, kimin neyi hak ettigine karar vermek. Insanı altında bırakacak kadar agır yüktür adalet. Gerçek su ki, hepimiz bal gibi biliyoruz ki, kimin neyi hak ettigi, kimin ne kadar masum olduguyla degil, kimin kimlerden olduguyla, hatta kimin kimlerden olmadıgıyla ölçülüyor. Üç yasında bir çocuk öldügünde bile kimligine bakıyor evvela herkes. “Biz”dense feryat figan ediyor, “onlar”dansa susup görmezden geliyor. Bazen tam feveran edecek oluyor gönlü sızlayan biri, çocuk “biz”den degilse bile, ama son anda katilin kimligi ilisiyor gözüne. Tanıdık geldiyse susuyor. Susuyor. Susuyor, çünkü... Susuyor, neden bilmiyorum. Susuyor, galiba o an ona, hayatta, çocukların nefesinden, adaletin terazisinden, insanlık onurundan daha mühim seyler varmıs gibi geliyor. Oysa yok. Hiç olmadı. Olmayacak.
           Çocukların nefesinden kıymetli seyler var sanılan bir dünyadan, o seyler ugruna nefesler feda etmekte beis görülmeyen bir çukurdan, kimseye, ama hiç kimseye, huzurla yasanacak tek dönüm toprak çıkmadı, çıkmayacak. “Onlar”, “bizler” derken, kiminin felaketine ses çıkarıp kimininkini görmezden gelirken, böyle böyle palazlanıyor iste zulüm. Sokaklara, hayatlara sızıyor, habis bir mikrop gibi dalga dalga yayılıyor. Biz sustukça o büyüyor, o büyüdükçe biz susuyoruz. O bizim sessizligimizden ve bahanelerimizden beslenip besileniyor; biz onun korkusuyla eriyip yitiyoruz. Yakınımıza, çok yakınımıza ulasana dek, görmezden gelmeyi sürdürüyoruz. Adaletin sadece biz ve arkadaslarımız, biz ve bizim gibi düsünenler için aranabilir bir hak oldugunu sanıyoruz. Oysa adalet ya herkes için vardır, ya da kimse için yoktur. Yani biz, baskalarının felaketine sustukça, kendi felaketimize kucak açıyoruz. “Biz” dünyanın en güzel sözcügü. Ama en tehlikelisi de aynı zamanda. Onunla aydınlanıp güçlenecegimize, onun karanlık batagına saplanıp körlesiyoruz. Bir Rachel Corrie vardı, hatırlarsınız. “Zulüm bizdense, ben bizden degilim” demisti. Ait oldugu “biz”in tüm konforuna sırtını dönüp, bunu söyleyebilecek kadar yigit biriydi.
          Gazze Seridi’nin güneyinde, Filistinlilerin evlerinin yıkılmasına mani olmaya çalısırken, zırhlı bir buldozer tarafından ezildi. Orada, bir haksızlıgın önünde durmaya çalısırken öldügünde, sadece yirmi üçündeydi. Biri de onun önüne, baska biri de o birinin önüne ve daha baska biri de o birinin önüne geçseydi, kim bilir belki ölmezdi. Hepimiz ötekine, hepimiz birbirimize yapılan haksızlıgın önünde dursaydık, durabilseydik birbirimizin yanında yöresinde, kim bilir belki kimse ölmezdi. Bazıları, böyle haddinden umutlu ve iyimser lafların sonsuza dek bos hayaller olarak kalacagına inanır. Bilmem, öyledir belki. Ama önemli mi? Hayat, neticede daima kasanın kazandıgı bir kumar sayılır. Insan sonunda degil, yolda kazanır. Yıllar evvel James Baldwin, cezaevindeki Angela Davis’e yazdıgı mektupta, “Susmanın yalnız cinayet degil, intihar da demek oldugu bir çagda yasadıgımız için elimden geldigince gürültü çıkarmaya çalısıyorum” demisti. Hatırlayalım. Susmakla sifa bulmaz yaralar. Endiselerden mürekkep derin sessizlikleri kabuk sanıp, arkalarına saklanmayalım. Çünkü felaketler bulasıcıdır. Felaketler, daima...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

© Copyright 2014 | Distributed By Free Blogger Templates | Designed By Way2themes